On beş dakika önce.
İşte, karşımda, kalbimi kendisininkine kopmaz bir bağla bağlayan kız duruyordu. Duyumsayabileceğime asla imkan vermediğim duyguyu bana tüm hücrelerinde hissettiren kişi... Aşk, bu kadar yakınken nasıl olur da farkına varamamıştım? Her bir köşesini beynime kazımak istercesine baktım yüzüne; altın sarısı saçlarının çevrelediği o mükemmel yüzü, tek bir bakışla bile ruhumu okuyabilecekmiş gibi parlayan masmavi gözleri... Kendilerini kullandırtmaya hazır onlarca iğrenç düşüncelere sahip kızın arasından hemen sıyrılıveren biriydi Jewelle, tüm o naifliği ile. Ve ben, Richard Madelon, onu seviyordum, taparcasına. Geçmişimin yüz kızartıcı anılarını unutmamı sağlayan ilacımdı o, Hogwarts'ın esrarları arasında bulduğum hazinem, ganimetim.
"Jewelle Latona." diye mırıldandım sessizce. "Gerçekten sevebildiğim tek kız." Gözlerinin şaşkınlıkla irileşmesine aldırmayarak, bu sefer farklı bir şeyi yaptım; kalbimi dinledim. Dudaklarının yumuşaklığında kendimi bulurken, bir anlığına da olsa aşkıma hapsettim onu.
Uzamasını, sonsuzluğa kadar sürmesini dilediğim anı bozan hıçkırıklar, boğazımdan yükselen bir haykırış ve Jewelle'ın yüzündeki o şaşkın, masum ifade...
~
Kontrolümü kaybettiğim andan bu yana, koşuyordum. Ardımda bıraktığım kızın gece rüyalarımı süsleyen yüzünü unutmaya çalışarak, bu sefer başka bir kızın ardından koşuyordum, bambaşka bir sebeple. Azaptı, vicdan azabı. Ciğerlerimi patlatırcasına koşuya devam ederken, kendimden tiksinecek gücüm bile kalmamıştı. Yıldızlar, ay ve güneş, elbet göğü nöbetleşe bekleyerek günün geçip gitmesini sağlarlar, ama içimizdeki duyguların değil. Koştum, bir süre daha, nefesimin tükenmesine aldırmayarak... Koştum, aptal bedenimi tamamıyla yüreğime teslim etmiştim. Bir kızın, hüznünü doya doya yaşamak isteyebileceği yer neresi olabilirdi? İkinci kattaydım ve aklıma gelen ilk yere doğru koşmaya devam ettim.
Tuvaletin kapısından içeriye girerken, yüreğimi sarsan hıçkırıkları işittim. Benimkilere umutla bakan o iki yeşil gözden süzülen damlalar, benim ruhumu da ıslatıyorlardı. Sesi takip etmeden, vicdanımın beni götürdüğü kabinin önünde bekledim bir süre. Rahatlamasını bekledim, ne büyük bir pislik olduğumu düşünmek bile istemiyordum ama, bekledim.
Sağ elimi kabinin kapısına dayarken derin bir nefesle ciğerlerimi ödüllendirdikten sonra, kapıyı açtım. Gıcırdayarak içeriye doğru açılan kapının ardında, tam orada, çektiğim azabı körükleyen bir şekilde ağlayan Gracie Bjerre duruyordu.
İşte, karşımda, kalbimi kendisininkine kopmaz bir bağla bağlayan kız duruyordu. Duyumsayabileceğime asla imkan vermediğim duyguyu bana tüm hücrelerinde hissettiren kişi... Aşk, bu kadar yakınken nasıl olur da farkına varamamıştım? Her bir köşesini beynime kazımak istercesine baktım yüzüne; altın sarısı saçlarının çevrelediği o mükemmel yüzü, tek bir bakışla bile ruhumu okuyabilecekmiş gibi parlayan masmavi gözleri... Kendilerini kullandırtmaya hazır onlarca iğrenç düşüncelere sahip kızın arasından hemen sıyrılıveren biriydi Jewelle, tüm o naifliği ile. Ve ben, Richard Madelon, onu seviyordum, taparcasına. Geçmişimin yüz kızartıcı anılarını unutmamı sağlayan ilacımdı o, Hogwarts'ın esrarları arasında bulduğum hazinem, ganimetim.
"Jewelle Latona." diye mırıldandım sessizce. "Gerçekten sevebildiğim tek kız." Gözlerinin şaşkınlıkla irileşmesine aldırmayarak, bu sefer farklı bir şeyi yaptım; kalbimi dinledim. Dudaklarının yumuşaklığında kendimi bulurken, bir anlığına da olsa aşkıma hapsettim onu.
Uzamasını, sonsuzluğa kadar sürmesini dilediğim anı bozan hıçkırıklar, boğazımdan yükselen bir haykırış ve Jewelle'ın yüzündeki o şaşkın, masum ifade...
~
Kontrolümü kaybettiğim andan bu yana, koşuyordum. Ardımda bıraktığım kızın gece rüyalarımı süsleyen yüzünü unutmaya çalışarak, bu sefer başka bir kızın ardından koşuyordum, bambaşka bir sebeple. Azaptı, vicdan azabı. Ciğerlerimi patlatırcasına koşuya devam ederken, kendimden tiksinecek gücüm bile kalmamıştı. Yıldızlar, ay ve güneş, elbet göğü nöbetleşe bekleyerek günün geçip gitmesini sağlarlar, ama içimizdeki duyguların değil. Koştum, bir süre daha, nefesimin tükenmesine aldırmayarak... Koştum, aptal bedenimi tamamıyla yüreğime teslim etmiştim. Bir kızın, hüznünü doya doya yaşamak isteyebileceği yer neresi olabilirdi? İkinci kattaydım ve aklıma gelen ilk yere doğru koşmaya devam ettim.
Tuvaletin kapısından içeriye girerken, yüreğimi sarsan hıçkırıkları işittim. Benimkilere umutla bakan o iki yeşil gözden süzülen damlalar, benim ruhumu da ıslatıyorlardı. Sesi takip etmeden, vicdanımın beni götürdüğü kabinin önünde bekledim bir süre. Rahatlamasını bekledim, ne büyük bir pislik olduğumu düşünmek bile istemiyordum ama, bekledim.
Sağ elimi kabinin kapısına dayarken derin bir nefesle ciğerlerimi ödüllendirdikten sonra, kapıyı açtım. Gıcırdayarak içeriye doğru açılan kapının ardında, tam orada, çektiğim azabı körükleyen bir şekilde ağlayan Gracie Bjerre duruyordu.