isimsiz



Join the forum, it's quick and easy

isimsiz

isimsiz

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

yok


    Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır.

    Catherine Esora Dalhne
    Catherine Esora Dalhne
    Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi


    Kadın
    Mesaj Sayısı : 32
    Yaş : 29
    Taraf : Tarafsız!!
    Rp Partneri : Hıhh!Eksik olsnn...
    Yetenek : Yok yetenek...Yetenek-sizmm xD xD
    Kan Saflığı : Safkann

    Lakap : Tuanağğ!
    Soyunuz : Dalhnee
    Ruh Hali : Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır. Hasta10
    Tanınmışlık : 6

    Ödüller : YoK

    Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır. Empty Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır.

    Mesaj tarafından Catherine Esora Dalhne Salı Eyl. 22, 2009 3:37 pm

    Yedi bölümlük hikayem.Her zamanki bol betimlemeli tarzımdan uzaklaşıp olay üzerinde yoğunlaştım bu kez.

    Bir anda değil, bölüm bölüm yayınlayacağım.


    “Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır.”
    Birinci Bölüm: “Ben iyiyim.”


    “Kız ne olacak?”
    “Şuradaki mi? O kadar küçük değil. Başının çaresine bakabilir.”
    Benden bahsettiklerini biliyordum. Bu o kadar da tuhaf değildi; çünkü cenazeye katılan on beş yaşındaki tek kız bendim. Ayrıca kısa boylu, sivri çeneli adam ‘şuradaki mi’ derken bariz bir biçimde bana bakıyordu. Fazla zengin bir aile değildik. Bu nedenle geniş bir çevremizin olmaması doğaldı. Cenazeye katılan üç dört aile vardı yalnızca. Sarsılan bedenler ve yükselen feryatların olmaması rahatlatıcıydı. Sessiz ve siyah… Aslında sessizliği ve siyahı severim. İkisi de bana geceyi anımsatır. Ve gece, çoğu insanın düşündüğünün aksine gün ışığından çok daha güzeldir. Tüm bunları bir kenara bırakıp az sonra gömülecek olan iki tabutun durduğu zemine bakarsak; inanın bana, gördüğünüz ilk cenazenin, anne babanızınki olması hiç de hoş değil.
    Çoğu kişi benim yerimde olsaydı korkardı. Yalnızlıkta kaybolmaktan, ya da sessizlikte gömülmekten belki de. Hayatımın eski haline asla dönmeyeceğini bilsem de, korkmuyordum. Sanki kendimle baş başa olacak olmam beni gülümsetiyordu. Bu kimilerine göre fazlasıyla tuhaftı ve bir psikologa görünmem gerekiyordu. Fakat ben bunda sıra dışı bir şey göremiyordum. Ailemi kaybedeli üç gün oluyordu. Neredeyse herkes, fazlasıyla sarsıldığımı ve şok geçirdiğimi söylese de ben kendimi normal hissediyordum. Kim bilir, belki de böyle hissetmem gerçekten ürkütücüydü.
    Avucuma doldurduğum bir parça toprağı iki tabutun üstüne atarken, dizlerime kadar inen zarif siyah elbisem, saçlarımla uyumlu olarak hafif hafif dalgalanıyordu. Hüznün ve kederin doldurduğu bu alanda gözleri dolu olmayan tek kişi bendim. Avucumu nemlendiren toprağı serbest bırakır bırakmaz hayatta kalan tek akrabam, dayım, hafifçe omzuma dokundu. Ardından sırtımı sıvazlayarak kendini beni güçlendirdiğine inandırmaya çalıştı. Onu severdim; fakat bazen benim için çok yetersiz biri olduğunu düşünürdüm. Sırtımı sıvazladıktan sonra yavaşça saçlarımı okşarken bir şeyler mırıldandı. Klişe sözlerden ibaretti söyledikleri. “Huzur içinde yatın, Vanya ve Agnessa!” Başımı sallayarak ona katıldığımı belirttim. Gözlerini bana çevirince acıma duygusuyla dolduklarını gördüm. Hantal kollarını vücuduma sarıp beni kendine bastırdı ve üzülmememi, her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Tören başlamadan hemen önce baş sağlığı dileyen üç ailenin bu gece onlarla kalabileceğimi söylemelerinden daha sıradandı bu. Sıradan ve klişe şeyler sinirimi bozardı. Böyle bir cümleye verilebilecek en iyi karşılığın onların dilinde bir şey söylemek olduğuna karar verdim.
    Törenin sona ermesiyle alan yavaş yavaş boşalırken, ben de eşyalarımı dayımın Skyline’ına yerleştirmekle meşguldüm. Herkes ayrılırken elimi sıkıyor ve sabırlı olmamı söylüyordu. Kimileri her türlü ihtiyaçlarında kendilerini aramaktan çekinmememi tembihliyordu. Kimileri ise ”Başın sağ olsun Nadja.” demekle yetiniyordu. En çok bunu yapanları seviyordum aslında.
    Alan tamamen boşaldığında, dayım gitmemiz gerektiğini bana hatırlatmakta gecikmedi. Son bir kez annem ve babamın mezarına bakma gereği duymadan arabaya atladım. Dayımın gaza basarken sorduğu soruyu, çoğu kişi laf olsun diye yanıtladığımı sanabilirdi. Fakat ben gerçekten böyle hissediyordum. “Ben iyiyim.”



    Dr. Shtonel’in rapor/kayıt defterinden bir kesit;
    Nadja Aleksandravona. On altı. 8 Eylül 2007.
    Bugün ilk kontrolüne geldi. Hayatım boyunca böyle bir vakayla karşılaşmamıştım. Annesini ve babasını geçtiğimiz yaz, trafik kazasında kaybetmiş. Bu trajik kayıp, hastanın beyninde var olan bir takım güdüleri harekete geçirmiş olmalı. Hayal gücünün gösterildiği değer maksimum seviyede. Bu neredeyse imkansız...


    İkinci Bölüm: “Anlamıyorsunuz.”

    Okula dönmek rahatlatıcıydı. Herkes bana ürkmüş, acıyan ve şefkatli bakışlar atsa da, iyi olduğumu söylediğim arkadaşlarımın çoğu, üstüme gelmektense beni kendi halime bırakıyordu. Yetim kalmak, tanınmışlığımı neredeyse iki katına çıkarmıştı. Sessiz, sakin ve geri planda kalmayı tercih eden biri olarak bilinirdim. Sürekli takıldığım üç arkadaşım vardı ve hepsi benim aksime popüler ve havalıydı. Bazen nasıl olup da beni kendi aralarına kattıklarına hayret ederdim. Ve böyle düşünen tek kişi olmadığıma da emindim.
    Eğer benim hakkımda bir yorum yapmayı deneseniz seçeceğiniz ilk sözcük “gizemli” olurdu. On yedime basana kadar beni gerçekten kimsenin tanımadığı kanısına vardım. Kitap okumayı severdim ve sayılar tutkun olduğum tek şey olmakla beraber, gerçekten iyi olduğum tek şeydi. Dışarıdan bakan biri, kitap okurken yahut bir şeyler yazarken, kalın çerçeveli gözlüklerimin arkasında duran mavi gözlerimi önemsemez, beni tam bir “inek” ilan eder ve yoluna koyulurdu. Fizik, matematik ve istatistik beynimi geliştirirken, hayal gücümü de inanılmaz bir seviyeye taşımıştı. Koca bir kız olmuşken bile kendi karakterlerimi yaratır ve kimi zaman onlar gibi davranarak kendi kendime bir oyun sergilerdim. O dünyada kötü kalpli kraliçe de bendim, külkedisi de…
    İnsanlar bu davranışlarımı anlayamazlardı. Öğretmenlerim ve çoğu arkadaşım, yetim kalmamın ardından bu hale geldiğimi söyler dururdu. Dayım başlarda bu davranışların böylesine ağır bir travma geçirmiş kızda ortaya çıkmasının çok doğal olduğunu savunsa da, zaman geçtikçe diğerlerine hak verdi. Onun da bu düşünceye kapılması hoşuma gitmemişti. Çünkü ilerleyen zamanlarda bu fikri ortaya atanlar bir uzmandan yardım almam gerektiğini düşüneceklerdi.
    Ne zaman bunu düşünsem aklımda o sahne beliriyordu.
    ***
    Üst katta, odamda oturuyorum. Yatağın üstünde, dizlerimi birleştirip karnıma çekmiş bir halde. Baş ucumda duran kalın çerçeveli gözlüklere ulaşmak için uzanıyorum; çünkü İngilizce hocamın verdiği klasik İngiliz edebiyatından Shakespeare’i okumam gerek. Algılarım –belki de önsezilerim- öylesine gelişmiş ki, dayımın en alt basamağa adımını atarken merdivenleri gıcırdattığını duyuyorum. Hantal cüssesini bir ayağından diğerine aktarırken kemikleri kütürdüyor. Kapımın önüne geldiğinde duruyor ve boğazını temizliyor. Kapımı hafifçe tıklatıyor. Her zamanki duygusuz sesimle ona içeri girmesini söylüyorum. Kapıyı aralayıp çekingen adımını odama atıyor. Sonrası, karanlık…
    ***
    İngilizcecinin Shakespeare’i ödev vereceği gün hayatımın değişeceğini biliyordum. Ya akıl hastanesine kapatılacaktım, ya da… Evet. Cevap buydu. Ya da falan yoktu. Henüz on yedi yaşında olabilirdim fakat bazı kararları kendi kendime vermeye yeterdi bu. O gün zorla götürüleceğimden neden bu kadar emin olduğumu bilmiyordum. İçimde sürekli bunu fısıldayan bir ses vardı sanki. Bu, bilinçaltıma yerleşip rüyalarımda ortaya çıkan bir şeyden çok, olur olmadık anlarda benimle konuşan bir sesti. Onu hangi kelimelerle tarif edeceğimi bilmiyorum. Benim sesim değil. Hatta çoğu zaman onun somut bir şey olmadığını hissediyorum. Ama emin olamıyorum. Öylesine kesin ki, itiraz etmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. O kaynağı belli olmayan bir güç, bir enerji.
    Kitabı elime alır almaz, içimdeki o Ses’in o an için önemli olmadığını fark ettim. Dışarısı yabancıydı fakat orası için kullanabileceğim tanım bunun ötesine geçmiyordu. Sokaktan, yağmurdan ya da başıboş hayvanlardan korkmuyordum. Korktuğum tek şey, o hastaneye gönderilmekti. Ve bundan kaçmak için ne gerekiyorsa yapacaktım.


    Dr. Shtonel’in rapor/kayıt defterinden bir kesit;

    Nadja Aleksandravona. On yedi. 28 Ekim 2008.
    Hastalık hat safhada. Gittikçe daha karmaşık ve inanması güç bir hal alıyor. Yakınları son zamanlarda fazlasıyla şeyi öngörebildiğini söyledi. Bunların basit bir tesadüf ve ya tahmin yeteneği olduğuna inanmak istesem de, rakamlar bana meydan okuyor. Tüm veriler ortada. Hastanın bu güdüsü doğru amaçlarla kullanılır ve bir takım ilaçlarla desteklenirse geleceği… *Sayfa buradan yırtılmış.
    Catherine Esora Dalhne
    Catherine Esora Dalhne
    Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi


    Kadın
    Mesaj Sayısı : 32
    Yaş : 29
    Taraf : Tarafsız!!
    Rp Partneri : Hıhh!Eksik olsnn...
    Yetenek : Yok yetenek...Yetenek-sizmm xD xD
    Kan Saflığı : Safkann

    Lakap : Tuanağğ!
    Soyunuz : Dalhnee
    Ruh Hali : Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır. Hasta10
    Tanınmışlık : 6

    Ödüller : YoK

    Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır. Empty Geri: Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır.

    Mesaj tarafından Catherine Esora Dalhne Çarş. Eyl. 23, 2009 3:36 pm

    Üçüncü Bölüm: “Gitme vakti.”

    Hamile kaldığımda on sekizime basmak üzereydim.
    Aslında her şey bir anda olup bitmişti. Hepsi bulanık bir anı gibi gözümün önüne serilmişti. Öyle bulanıktı ki hepsi, neyin ne olduğunu seçemiyordum. Ürkütücü bir deneyimdi benim için. Çoğu kızın hayalindeki gibi harika bir seks yaşamamıştım.

    Dayımdan aşırdığım parayla kendime ucuz bir motel odası tutmuş, iki hafta kadar burada kalmıştım. Fakat elektrik direklerine yapıştırılmış “Kayıp” ilanlarını görünce burada kalmanın bana hiçbir faydası olmayacağının farkına vardım. Gözlerimi kapatıp ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Olasılıklar bir bir gözümün önünde beliriyordu. Ülke dışına çıkmak, bir iş bulup tek başıma yaşamak. Kalmak, bir akıl hastanesine kapatılmak. Ya da kalmak ve buradaki hayatıma kaldığı devam etmek.
    Son olasılık öyle düşüktü ki bunu yapmayı düşünmedim. İkinci seçenekten kaçmak için sokağa attıysam kendimi, yolumda ilerlemeye devam etmeliydim. Bu şehirde kalırsam eninde sonunda bulacaklardı beni. İlk defa tek başıma dışarıdaydım ve bu fırsatı herhangi bir komşuya ve ya şehir dışındaki akrabalara sığınarak mahvetmek istemiyordum. Hazır şansım varken dışarı çıkmalı, görmediğim diyarlara seyahat etmeliydim. Çocukluk hayalim İngiltere’ye gitmekti. Üç gün sonra on sekiz olacaktım ve bu pasaport alabileceğim anlamına geliyordu. Bunu yapabilirdim.
    Ülkemde, Rusya’da geçireceğim son birkaç günün dolmasını beklerken, dışarı pek fazla çıkmamaya çalışıyordum. Motel sahibi beni tanıyamıyordu çünkü yüz metre ilerdeki kuaförde sarı olan saçlarımı kızıl kahve bir renge boyatmıştım. Ertesi gün bir fotoğrafçıda pasaport için kullanabileceğim bir vesikalık çektirdim ve ismimi Euphoria Neptys olarak yazdırdım. Ses bana hep Euphoria derdi. Gariptir ki, bu isim kendi dünyamdaki karakterime taktığım bir isimdi.
    Vize başvurusunda bulunduğum gün, ertesi sabah on sekiz olacak olma karşın, başvurumun iki gün sonra onaylanacağını biliyordum. Ses bana eğer hızlı hareket edersem her şeyin yolunda gideceğini söylemişti. Ona kayıtsız güveniyordum. Başka hiçbir şeyle ilgilenmememi, sadece bu işe odaklanmamı söylemişti. Böylece her şey iyi olacaktı. Ses’in benimle olması güven vericiydi.
    İşte o gün, motelime doğru yürürken bir beyefendiyle çarpıştım. Yere kapaklanmak üzereyken beni belimden kavradı ve düşmemi engelledi. İsmi Dimitri idi. Hoş birine benziyordu. Beni evine davet etti ve ben de onunla gittim. Gerçekten etkilenmiştim. Mutfağında bana içecek bir şeyler hazırlarken Ses’in bana söylediğini hatırladım. “Hiçbir şeyle zaman kaybetme Euphoria.” demişti.
    Bir şeylerin ters gittiğini anladığımda çok geçti. Dimitri baldırıma bir sakşnleştirici verdi ve üstüme atladı. O içime girip çıkarken düşündüğüm tek şey ne kadar aptal olduğumdu.
    Birkaç hafta sonra hamile olduğumun farkına vardım. Ses endişelenmememi söyledi; çünkü bebeklerden çok korktuğumu bilirdi. O her şeyi bilirdi. Endişelenmedim.


    Bebeğimle yüzleşmem gerekmedi; çünkü onu üç aylıkken düşürdüm.


    Dr. Shtonel ölür.

      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 7:07 am