Yedi bölümlük hikayem.Her zamanki bol betimlemeli tarzımdan uzaklaşıp olay üzerinde yoğunlaştım bu kez.
Bir anda değil, bölüm bölüm yayınlayacağım.
“Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır.”
Birinci Bölüm: “Ben iyiyim.”
“Kız ne olacak?”
“Şuradaki mi? O kadar küçük değil. Başının çaresine bakabilir.”
Benden bahsettiklerini biliyordum. Bu o kadar da tuhaf değildi; çünkü cenazeye katılan on beş yaşındaki tek kız bendim. Ayrıca kısa boylu, sivri çeneli adam ‘şuradaki mi’ derken bariz bir biçimde bana bakıyordu. Fazla zengin bir aile değildik. Bu nedenle geniş bir çevremizin olmaması doğaldı. Cenazeye katılan üç dört aile vardı yalnızca. Sarsılan bedenler ve yükselen feryatların olmaması rahatlatıcıydı. Sessiz ve siyah… Aslında sessizliği ve siyahı severim. İkisi de bana geceyi anımsatır. Ve gece, çoğu insanın düşündüğünün aksine gün ışığından çok daha güzeldir. Tüm bunları bir kenara bırakıp az sonra gömülecek olan iki tabutun durduğu zemine bakarsak; inanın bana, gördüğünüz ilk cenazenin, anne babanızınki olması hiç de hoş değil.
Çoğu kişi benim yerimde olsaydı korkardı. Yalnızlıkta kaybolmaktan, ya da sessizlikte gömülmekten belki de. Hayatımın eski haline asla dönmeyeceğini bilsem de, korkmuyordum. Sanki kendimle baş başa olacak olmam beni gülümsetiyordu. Bu kimilerine göre fazlasıyla tuhaftı ve bir psikologa görünmem gerekiyordu. Fakat ben bunda sıra dışı bir şey göremiyordum. Ailemi kaybedeli üç gün oluyordu. Neredeyse herkes, fazlasıyla sarsıldığımı ve şok geçirdiğimi söylese de ben kendimi normal hissediyordum. Kim bilir, belki de böyle hissetmem gerçekten ürkütücüydü.
Avucuma doldurduğum bir parça toprağı iki tabutun üstüne atarken, dizlerime kadar inen zarif siyah elbisem, saçlarımla uyumlu olarak hafif hafif dalgalanıyordu. Hüznün ve kederin doldurduğu bu alanda gözleri dolu olmayan tek kişi bendim. Avucumu nemlendiren toprağı serbest bırakır bırakmaz hayatta kalan tek akrabam, dayım, hafifçe omzuma dokundu. Ardından sırtımı sıvazlayarak kendini beni güçlendirdiğine inandırmaya çalıştı. Onu severdim; fakat bazen benim için çok yetersiz biri olduğunu düşünürdüm. Sırtımı sıvazladıktan sonra yavaşça saçlarımı okşarken bir şeyler mırıldandı. Klişe sözlerden ibaretti söyledikleri. “Huzur içinde yatın, Vanya ve Agnessa!” Başımı sallayarak ona katıldığımı belirttim. Gözlerini bana çevirince acıma duygusuyla dolduklarını gördüm. Hantal kollarını vücuduma sarıp beni kendine bastırdı ve üzülmememi, her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Tören başlamadan hemen önce baş sağlığı dileyen üç ailenin bu gece onlarla kalabileceğimi söylemelerinden daha sıradandı bu. Sıradan ve klişe şeyler sinirimi bozardı. Böyle bir cümleye verilebilecek en iyi karşılığın onların dilinde bir şey söylemek olduğuna karar verdim.
Törenin sona ermesiyle alan yavaş yavaş boşalırken, ben de eşyalarımı dayımın Skyline’ına yerleştirmekle meşguldüm. Herkes ayrılırken elimi sıkıyor ve sabırlı olmamı söylüyordu. Kimileri her türlü ihtiyaçlarında kendilerini aramaktan çekinmememi tembihliyordu. Kimileri ise ”Başın sağ olsun Nadja.” demekle yetiniyordu. En çok bunu yapanları seviyordum aslında.
Alan tamamen boşaldığında, dayım gitmemiz gerektiğini bana hatırlatmakta gecikmedi. Son bir kez annem ve babamın mezarına bakma gereği duymadan arabaya atladım. Dayımın gaza basarken sorduğu soruyu, çoğu kişi laf olsun diye yanıtladığımı sanabilirdi. Fakat ben gerçekten böyle hissediyordum. “Ben iyiyim.”
Dr. Shtonel’in rapor/kayıt defterinden bir kesit;
Nadja Aleksandravona. On altı. 8 Eylül 2007.
Bugün ilk kontrolüne geldi. Hayatım boyunca böyle bir vakayla karşılaşmamıştım. Annesini ve babasını geçtiğimiz yaz, trafik kazasında kaybetmiş. Bu trajik kayıp, hastanın beyninde var olan bir takım güdüleri harekete geçirmiş olmalı. Hayal gücünün gösterildiği değer maksimum seviyede. Bu neredeyse imkansız...
İkinci Bölüm: “Anlamıyorsunuz.”
Okula dönmek rahatlatıcıydı. Herkes bana ürkmüş, acıyan ve şefkatli bakışlar atsa da, iyi olduğumu söylediğim arkadaşlarımın çoğu, üstüme gelmektense beni kendi halime bırakıyordu. Yetim kalmak, tanınmışlığımı neredeyse iki katına çıkarmıştı. Sessiz, sakin ve geri planda kalmayı tercih eden biri olarak bilinirdim. Sürekli takıldığım üç arkadaşım vardı ve hepsi benim aksime popüler ve havalıydı. Bazen nasıl olup da beni kendi aralarına kattıklarına hayret ederdim. Ve böyle düşünen tek kişi olmadığıma da emindim.
Eğer benim hakkımda bir yorum yapmayı deneseniz seçeceğiniz ilk sözcük “gizemli” olurdu. On yedime basana kadar beni gerçekten kimsenin tanımadığı kanısına vardım. Kitap okumayı severdim ve sayılar tutkun olduğum tek şey olmakla beraber, gerçekten iyi olduğum tek şeydi. Dışarıdan bakan biri, kitap okurken yahut bir şeyler yazarken, kalın çerçeveli gözlüklerimin arkasında duran mavi gözlerimi önemsemez, beni tam bir “inek” ilan eder ve yoluna koyulurdu. Fizik, matematik ve istatistik beynimi geliştirirken, hayal gücümü de inanılmaz bir seviyeye taşımıştı. Koca bir kız olmuşken bile kendi karakterlerimi yaratır ve kimi zaman onlar gibi davranarak kendi kendime bir oyun sergilerdim. O dünyada kötü kalpli kraliçe de bendim, külkedisi de…
İnsanlar bu davranışlarımı anlayamazlardı. Öğretmenlerim ve çoğu arkadaşım, yetim kalmamın ardından bu hale geldiğimi söyler dururdu. Dayım başlarda bu davranışların böylesine ağır bir travma geçirmiş kızda ortaya çıkmasının çok doğal olduğunu savunsa da, zaman geçtikçe diğerlerine hak verdi. Onun da bu düşünceye kapılması hoşuma gitmemişti. Çünkü ilerleyen zamanlarda bu fikri ortaya atanlar bir uzmandan yardım almam gerektiğini düşüneceklerdi.
Ne zaman bunu düşünsem aklımda o sahne beliriyordu.
***
Üst katta, odamda oturuyorum. Yatağın üstünde, dizlerimi birleştirip karnıma çekmiş bir halde. Baş ucumda duran kalın çerçeveli gözlüklere ulaşmak için uzanıyorum; çünkü İngilizce hocamın verdiği klasik İngiliz edebiyatından Shakespeare’i okumam gerek. Algılarım –belki de önsezilerim- öylesine gelişmiş ki, dayımın en alt basamağa adımını atarken merdivenleri gıcırdattığını duyuyorum. Hantal cüssesini bir ayağından diğerine aktarırken kemikleri kütürdüyor. Kapımın önüne geldiğinde duruyor ve boğazını temizliyor. Kapımı hafifçe tıklatıyor. Her zamanki duygusuz sesimle ona içeri girmesini söylüyorum. Kapıyı aralayıp çekingen adımını odama atıyor. Sonrası, karanlık…
***
İngilizcecinin Shakespeare’i ödev vereceği gün hayatımın değişeceğini biliyordum. Ya akıl hastanesine kapatılacaktım, ya da… Evet. Cevap buydu. Ya da falan yoktu. Henüz on yedi yaşında olabilirdim fakat bazı kararları kendi kendime vermeye yeterdi bu. O gün zorla götürüleceğimden neden bu kadar emin olduğumu bilmiyordum. İçimde sürekli bunu fısıldayan bir ses vardı sanki. Bu, bilinçaltıma yerleşip rüyalarımda ortaya çıkan bir şeyden çok, olur olmadık anlarda benimle konuşan bir sesti. Onu hangi kelimelerle tarif edeceğimi bilmiyorum. Benim sesim değil. Hatta çoğu zaman onun somut bir şey olmadığını hissediyorum. Ama emin olamıyorum. Öylesine kesin ki, itiraz etmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. O kaynağı belli olmayan bir güç, bir enerji.
Kitabı elime alır almaz, içimdeki o Ses’in o an için önemli olmadığını fark ettim. Dışarısı yabancıydı fakat orası için kullanabileceğim tanım bunun ötesine geçmiyordu. Sokaktan, yağmurdan ya da başıboş hayvanlardan korkmuyordum. Korktuğum tek şey, o hastaneye gönderilmekti. Ve bundan kaçmak için ne gerekiyorsa yapacaktım.
Dr. Shtonel’in rapor/kayıt defterinden bir kesit;
Nadja Aleksandravona. On yedi. 28 Ekim 2008.
Hastalık hat safhada. Gittikçe daha karmaşık ve inanması güç bir hal alıyor. Yakınları son zamanlarda fazlasıyla şeyi öngörebildiğini söyledi. Bunların basit bir tesadüf ve ya tahmin yeteneği olduğuna inanmak istesem de, rakamlar bana meydan okuyor. Tüm veriler ortada. Hastanın bu güdüsü doğru amaçlarla kullanılır ve bir takım ilaçlarla desteklenirse geleceği… *Sayfa buradan yırtılmış.
Bir anda değil, bölüm bölüm yayınlayacağım.
“Aklımızın asla keşfedemeyeceğimiz köşeleri vardır.”
Birinci Bölüm: “Ben iyiyim.”
“Kız ne olacak?”
“Şuradaki mi? O kadar küçük değil. Başının çaresine bakabilir.”
Benden bahsettiklerini biliyordum. Bu o kadar da tuhaf değildi; çünkü cenazeye katılan on beş yaşındaki tek kız bendim. Ayrıca kısa boylu, sivri çeneli adam ‘şuradaki mi’ derken bariz bir biçimde bana bakıyordu. Fazla zengin bir aile değildik. Bu nedenle geniş bir çevremizin olmaması doğaldı. Cenazeye katılan üç dört aile vardı yalnızca. Sarsılan bedenler ve yükselen feryatların olmaması rahatlatıcıydı. Sessiz ve siyah… Aslında sessizliği ve siyahı severim. İkisi de bana geceyi anımsatır. Ve gece, çoğu insanın düşündüğünün aksine gün ışığından çok daha güzeldir. Tüm bunları bir kenara bırakıp az sonra gömülecek olan iki tabutun durduğu zemine bakarsak; inanın bana, gördüğünüz ilk cenazenin, anne babanızınki olması hiç de hoş değil.
Çoğu kişi benim yerimde olsaydı korkardı. Yalnızlıkta kaybolmaktan, ya da sessizlikte gömülmekten belki de. Hayatımın eski haline asla dönmeyeceğini bilsem de, korkmuyordum. Sanki kendimle baş başa olacak olmam beni gülümsetiyordu. Bu kimilerine göre fazlasıyla tuhaftı ve bir psikologa görünmem gerekiyordu. Fakat ben bunda sıra dışı bir şey göremiyordum. Ailemi kaybedeli üç gün oluyordu. Neredeyse herkes, fazlasıyla sarsıldığımı ve şok geçirdiğimi söylese de ben kendimi normal hissediyordum. Kim bilir, belki de böyle hissetmem gerçekten ürkütücüydü.
Avucuma doldurduğum bir parça toprağı iki tabutun üstüne atarken, dizlerime kadar inen zarif siyah elbisem, saçlarımla uyumlu olarak hafif hafif dalgalanıyordu. Hüznün ve kederin doldurduğu bu alanda gözleri dolu olmayan tek kişi bendim. Avucumu nemlendiren toprağı serbest bırakır bırakmaz hayatta kalan tek akrabam, dayım, hafifçe omzuma dokundu. Ardından sırtımı sıvazlayarak kendini beni güçlendirdiğine inandırmaya çalıştı. Onu severdim; fakat bazen benim için çok yetersiz biri olduğunu düşünürdüm. Sırtımı sıvazladıktan sonra yavaşça saçlarımı okşarken bir şeyler mırıldandı. Klişe sözlerden ibaretti söyledikleri. “Huzur içinde yatın, Vanya ve Agnessa!” Başımı sallayarak ona katıldığımı belirttim. Gözlerini bana çevirince acıma duygusuyla dolduklarını gördüm. Hantal kollarını vücuduma sarıp beni kendine bastırdı ve üzülmememi, her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Tören başlamadan hemen önce baş sağlığı dileyen üç ailenin bu gece onlarla kalabileceğimi söylemelerinden daha sıradandı bu. Sıradan ve klişe şeyler sinirimi bozardı. Böyle bir cümleye verilebilecek en iyi karşılığın onların dilinde bir şey söylemek olduğuna karar verdim.
Törenin sona ermesiyle alan yavaş yavaş boşalırken, ben de eşyalarımı dayımın Skyline’ına yerleştirmekle meşguldüm. Herkes ayrılırken elimi sıkıyor ve sabırlı olmamı söylüyordu. Kimileri her türlü ihtiyaçlarında kendilerini aramaktan çekinmememi tembihliyordu. Kimileri ise ”Başın sağ olsun Nadja.” demekle yetiniyordu. En çok bunu yapanları seviyordum aslında.
Alan tamamen boşaldığında, dayım gitmemiz gerektiğini bana hatırlatmakta gecikmedi. Son bir kez annem ve babamın mezarına bakma gereği duymadan arabaya atladım. Dayımın gaza basarken sorduğu soruyu, çoğu kişi laf olsun diye yanıtladığımı sanabilirdi. Fakat ben gerçekten böyle hissediyordum. “Ben iyiyim.”
Dr. Shtonel’in rapor/kayıt defterinden bir kesit;
Nadja Aleksandravona. On altı. 8 Eylül 2007.
Bugün ilk kontrolüne geldi. Hayatım boyunca böyle bir vakayla karşılaşmamıştım. Annesini ve babasını geçtiğimiz yaz, trafik kazasında kaybetmiş. Bu trajik kayıp, hastanın beyninde var olan bir takım güdüleri harekete geçirmiş olmalı. Hayal gücünün gösterildiği değer maksimum seviyede. Bu neredeyse imkansız...
İkinci Bölüm: “Anlamıyorsunuz.”
Okula dönmek rahatlatıcıydı. Herkes bana ürkmüş, acıyan ve şefkatli bakışlar atsa da, iyi olduğumu söylediğim arkadaşlarımın çoğu, üstüme gelmektense beni kendi halime bırakıyordu. Yetim kalmak, tanınmışlığımı neredeyse iki katına çıkarmıştı. Sessiz, sakin ve geri planda kalmayı tercih eden biri olarak bilinirdim. Sürekli takıldığım üç arkadaşım vardı ve hepsi benim aksime popüler ve havalıydı. Bazen nasıl olup da beni kendi aralarına kattıklarına hayret ederdim. Ve böyle düşünen tek kişi olmadığıma da emindim.
Eğer benim hakkımda bir yorum yapmayı deneseniz seçeceğiniz ilk sözcük “gizemli” olurdu. On yedime basana kadar beni gerçekten kimsenin tanımadığı kanısına vardım. Kitap okumayı severdim ve sayılar tutkun olduğum tek şey olmakla beraber, gerçekten iyi olduğum tek şeydi. Dışarıdan bakan biri, kitap okurken yahut bir şeyler yazarken, kalın çerçeveli gözlüklerimin arkasında duran mavi gözlerimi önemsemez, beni tam bir “inek” ilan eder ve yoluna koyulurdu. Fizik, matematik ve istatistik beynimi geliştirirken, hayal gücümü de inanılmaz bir seviyeye taşımıştı. Koca bir kız olmuşken bile kendi karakterlerimi yaratır ve kimi zaman onlar gibi davranarak kendi kendime bir oyun sergilerdim. O dünyada kötü kalpli kraliçe de bendim, külkedisi de…
İnsanlar bu davranışlarımı anlayamazlardı. Öğretmenlerim ve çoğu arkadaşım, yetim kalmamın ardından bu hale geldiğimi söyler dururdu. Dayım başlarda bu davranışların böylesine ağır bir travma geçirmiş kızda ortaya çıkmasının çok doğal olduğunu savunsa da, zaman geçtikçe diğerlerine hak verdi. Onun da bu düşünceye kapılması hoşuma gitmemişti. Çünkü ilerleyen zamanlarda bu fikri ortaya atanlar bir uzmandan yardım almam gerektiğini düşüneceklerdi.
Ne zaman bunu düşünsem aklımda o sahne beliriyordu.
***
Üst katta, odamda oturuyorum. Yatağın üstünde, dizlerimi birleştirip karnıma çekmiş bir halde. Baş ucumda duran kalın çerçeveli gözlüklere ulaşmak için uzanıyorum; çünkü İngilizce hocamın verdiği klasik İngiliz edebiyatından Shakespeare’i okumam gerek. Algılarım –belki de önsezilerim- öylesine gelişmiş ki, dayımın en alt basamağa adımını atarken merdivenleri gıcırdattığını duyuyorum. Hantal cüssesini bir ayağından diğerine aktarırken kemikleri kütürdüyor. Kapımın önüne geldiğinde duruyor ve boğazını temizliyor. Kapımı hafifçe tıklatıyor. Her zamanki duygusuz sesimle ona içeri girmesini söylüyorum. Kapıyı aralayıp çekingen adımını odama atıyor. Sonrası, karanlık…
***
İngilizcecinin Shakespeare’i ödev vereceği gün hayatımın değişeceğini biliyordum. Ya akıl hastanesine kapatılacaktım, ya da… Evet. Cevap buydu. Ya da falan yoktu. Henüz on yedi yaşında olabilirdim fakat bazı kararları kendi kendime vermeye yeterdi bu. O gün zorla götürüleceğimden neden bu kadar emin olduğumu bilmiyordum. İçimde sürekli bunu fısıldayan bir ses vardı sanki. Bu, bilinçaltıma yerleşip rüyalarımda ortaya çıkan bir şeyden çok, olur olmadık anlarda benimle konuşan bir sesti. Onu hangi kelimelerle tarif edeceğimi bilmiyorum. Benim sesim değil. Hatta çoğu zaman onun somut bir şey olmadığını hissediyorum. Ama emin olamıyorum. Öylesine kesin ki, itiraz etmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. O kaynağı belli olmayan bir güç, bir enerji.
Kitabı elime alır almaz, içimdeki o Ses’in o an için önemli olmadığını fark ettim. Dışarısı yabancıydı fakat orası için kullanabileceğim tanım bunun ötesine geçmiyordu. Sokaktan, yağmurdan ya da başıboş hayvanlardan korkmuyordum. Korktuğum tek şey, o hastaneye gönderilmekti. Ve bundan kaçmak için ne gerekiyorsa yapacaktım.
Dr. Shtonel’in rapor/kayıt defterinden bir kesit;
Nadja Aleksandravona. On yedi. 28 Ekim 2008.
Hastalık hat safhada. Gittikçe daha karmaşık ve inanması güç bir hal alıyor. Yakınları son zamanlarda fazlasıyla şeyi öngörebildiğini söyledi. Bunların basit bir tesadüf ve ya tahmin yeteneği olduğuna inanmak istesem de, rakamlar bana meydan okuyor. Tüm veriler ortada. Hastanın bu güdüsü doğru amaçlarla kullanılır ve bir takım ilaçlarla desteklenirse geleceği… *Sayfa buradan yırtılmış.